YÖK'ün yeni Başkanı Yusuf Ziya Özcan'ın göreve başladıktan sonra verdiği demeçler basında önemli ve o ölçüde de anlamlı tartışmalara neden oluyor - Eğitim Haberleri

17 Ocak 2008 Perşembe

YÖK'ün yeni Başkanı Yusuf Ziya Özcan'ın göreve başladıktan sonra verdiği demeçler basında önemli ve o ölçüde de anlamlı tartışmalara neden oluyor

Sayın Özcan'ın özellikle iki demeci, üniversitelerin paralı olması ve özgürlük konularına ilişkin olanları kanımca son derece doğru yönelimlere tekabül ediyor ve Türkiye gibi temel sorunu normalleşme olan bir ülkede de doğal olarak "doğru" tercihlerin büyük tepki almalarına şaşmamak gerekiyor.

Sayın Özcan'ın demeçlerine kanımca yegâne pozitif ve anlamlı tepki, eleştiri Sayın Cüneyt Ülsever'in bir yazısında geldi ve Ülsever bu yazısında YÖK başkanlık görevinin eleştiri değil icraat yeri olduğuna işaret ediyordu.

Sayın Özcan'ın "paralı üniversite" sinyali toplumun belirli kesimlerinden çok büyük tepkiler çekti; ama gözlemleyebildiğim ve izleyebildiğim kadarıyla söz konusu negatif eleştirilerin yaklaşık tümü sağlam bir analizden yoksun ifadelerle doluydular.

Avam bir deyimle "paralı üniversite" kavramının karşısında "bedava üniversite" kavramı duruyor; ilk yapılması gereken saptamalar bedava üniversite kavramı üzerine olmalı.

Üniversite ya da daha genel ifadesiyle yükseköğretim çok pahalı bir hizmet; 2008 senesinde büyük çoğunluğu üniversitelerden oluşan özel bütçeli idarelerin ödenekleri 13 milyar dolar dolayında, yani üniversitenin bedava olmasını savunanlar bu paranın vergi mükellefleri tarafından ödenmesini isteyenler.

Üniversitelerin paralı olmasını isteyenler bu hizmeti tüketenlerin hizmetin maliyetine daha çok katılmalarını, bedava olmasını isteyenler ise bu meblağın tümünün vergi gelirlerinden ödenmesini savunuyor; yukarıda belirttiğim gibi bedava üniversite diye bir kavram yok ve olamaz, zira yükseköğretim çok maliyetli bir hizmet.

Üniversitelerin bedava olmasını, yani bu maliyeti tümüyle vergi mükelleflerinin ödemesini isteyenlerin diğer bir argümanı ise yükseköğretimin adalet, savunma, güvenlik gibi bir kamu hizmeti olduğu görüşü; bu görüş her açıdan çok tartışmalı, hatta biraz daha ileriye gidersek iki açıdan yanlış.

Yükseköğretimin bir kamu hizmeti (pure public good) olduğunu söylemek öncelikle kamu maliyesi teorisi açısından son derece zor, zira teorik kriterlere pek uymuyor (burada detaylara girmek olanaksız); ikinci bir mesele ise yani yükseköğretimin adalet, güvenlik gibi bir kamu hizmeti olduğunu savunmanın imkânsızlığı, pratik bir nedenden, zira bu üniversite hizmetini tüketen yurttaşlarımızın ilgili yaş aralığı içinde payı hâlâ yüzde yirminin altında, oysa bir tam kamu hizmetinin tanımında bu hizmetin nüfusun ya da ilgili kesimin tümüne ulaşma ihtimalinin mevcudiyeti yatıyor.

Biri teorik, biri pratik iki nedenden yükseköğretim şayet bir tam kamu hizmeti değil ise, bu hizmetin bugün olduğu gibi çok büyük bir bölümünün vergi gelirleriyle finanse edilmesinin de hiçbir kuramsal temeli kalmıyor.

Bedava denen yükseköğretimin yani sadece ve sadece özel katkı olarak yok mertebesindeki harçlarla ama büyük ağırlıkla vergi gelirleriyle sürdürülmesinin toplumsal adalete daha uygun olduğunu söyleyebilmek de en hafif deyimiyle mümkün değil.

Bu sene yaşanacak çok özel bir durum dışında her sene üniversite sınavlarına ülkemizde iki milyona yakın öğrenci katılıyor ve bunların sadece iki yüz bini dört senelik üniversitelere kayıt hakkı kazanıyorlar; söz konusu iki yüz bin kişilik kontenjan içinde de uluslararası rekabete dayanıklı diploma sayısı çok daha kısıtlı; diğer bir anlatımla ve büyük bir genellemeyle yaklaşık her on gencimizden, bunlar da liseye gidebilmiş olanlar, sadece biri doğru dürüst bir yere kayıt yapabilme hakkı kazanıyor, yani ortada çok sert bir rekabet, seleksiyon var.

Aklı başında, ülkemizi iyi tanıdığını düşünen herkesin bu çok sert seleksiyonda, rekabette kimlerin eleğin üzerinde kalabildiğini iyi değerlendirmesi gerekiyor; eleğin üzerinde kalabilen yüzde onluk kesim, küçük istisnalar dışında, iyi liseleri bitiren, bu iyi liselere gidebilmek için özel dersler, kurslar alabilen, üniversiteye girebilmek için dershanelere para veren kesimin çocukları.

Bu genel trendin dışında kalanlar yani mesela mezralardan gelerek ülkemizin en iyi üniversitelerini kazananlar da var ama bunlar küçük bir azınlık; sözün özü, üniversiteyi kazanma şansı olan kesimin azımsanmayacak bir çoğunluğu doğal olarak yüksek gelir gruplarının çocukları ve yükseköğretimin maliyetini karşılamak için bugünden çok ama çok daha fazla katkı payı ödeyebilecek kişiler.

Bedava üniversite, yani vergi gelirleriyle finanse edilen üniversite modelinde ise biraz da bizim ülkemizin vergi gelirleri yapısının bir sonucu olarak, dolaylı vergilerin payının yüzde yetmişi geçmiş olmasının bir neticesi olarak bugünkü yapı içerisinde bedava üniversite demek, orta gelir gruplarının yüksek gelir gruplarının çocuklarını finanse etmesi demek, bu gerçeğin iyi algılanması şart.

Üniversite katkı paylarının anlamlı bir biçimde yükselmesi demek, asla yükseköğretim seleksiyonunda yüksek gelir gruplarının öne geçmesi anlamına gelmeyecek; üniversiteye yine ÖYS türü merkezî bir sınavla ya da daha adem-i merkez ama yine liyakata dayalı bir sınavla girilecek, yani ancak ve ancak bir sınav bu rekabette kayıt hakkı sağlayacak.

Paralı üniversitenin sadece zengin çocuklarına hizmet verecek bir model olduğu çok yanlış bir algılama, zira bugün üniversitelere kimler kayıt yaptırabiliyorsa yarın yine onlar yaptırabilecek, ama tek fark, bu kayıt yaptıran kesimden ödeme gücü olanlardan çok daha yüksek katkı payları alınacak ve ödeme gücü hiç olmayanlara da sistem önemli kaynak aktarabilecek.

Yükseköğretim meselesi ülkemizde sağduyu ve minimum bilgi olmaksızın, daha doğrusu önceden alınmış siyasal pozisyonlardan, mevkilerden asla taviz vermeden tartışılıyor.

Oysa, yükseköğretim hizmetinin doğası da, finansman biçimi de çağımızda büyük bir hızla değişiyor ve daha da hızlı değişecek.

Önemli olan da bu gelişmelere kayıtsız kalmadan sistemi daha etkin ve adaletli işletebilmek.

Eser Karakaş - Zaman

Hiç yorum yok: