Üniversite giriş sınavıyla ilgili olarak tek tartışılan husus kaç sorunun yanlış olduğuydu...
Üniversite giriş sınavıyla ilgili olarak tek tartışılan husus kaç sorunun yanlış olduğuydu.Oysa ilkokuldan itibaren test çözme yönteminde karar kılınmış olunması başlı başına tartışma konusu. Ferda Keskin, eğitim-öğretim sistemimizin çoktan seçmeli sınavlara endekslenmesi ve dershanelerin okulun yerini almasının sonuçlarını görmek için bir üniversite öğrencisinin sınav cevap kağıdına bakmanın yeterli olduğunun söylüyor. FERDA KESKİN Doç. Dr. İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Yaşam boyu eğitim ilkesi, 'Bologna Süreci' adını taşıyan ve Avrupa çapında gerçekleştirilen yüksek öğrenim reformunun en önemli veçhelerinden biri. İnsanların lisans düzeyinde aldıkları öğrenimin dışındaki alanlarda farklı lisansüstü programlarına devam ederek ya da sertifika programı benzeri kısa veya uzun süreli eğitim süreçlerine katılarak kendilerini geliştirmelerini, yeni dereceler almalarını ve çok yönlü bir bilgi birikimi geliştirmelerini hedefliyor. Yaşam boyu test Kuşkusuz bu hedef sadece entelektüel bir kaygı değil, çünkü küreselleşmeyle birlikte profesyonel dünyanın hızla değişen iş tanımlarına ve ortaya çıkan yeni bilgi alanlarına çalışanların uyum sağlayabilmesi gerekiyor. Başka bir deyişle, bilginin statik bir enformasyon birikimi olmadığını bir kez daha hatırlayan Avrupa öğretim mekanizmalarını yenilemenin yollarını arıyor.Bu girişimin ne kadar başarılı olacağı şimdiden bilinemez elbette, ama sanırım biz yaşam boyu eğitimi gerçekleştirmeye uygun bir ortam geliştirdik bile: dershane... İlköğretimden orta öğretime, ardından yüksek öğretime geçişte ve örneğin kamu personeli olabilmek için girilmesi gereken sınavlara hazırlıkta dershanelerin vazgeçilmez bir yeri var. Başlangıçta okul kurumunun bıraktığı boşlukları doldurmak gibi bir işlev taşıyan bu oluşum, giderek bir tür 'gölge' okula dönüştü ve devasa bir endüstri haline gelerek neredeyse okulun yerini aldı. Hatta dershanelerin eğitimdeki baskın rolü o kadar pekişti ki artık kendi vakıf üniversitelerini kuruyorlar. Bunda da şaşıracak bir şey yok. Milli Eğitim Bakanlığı ve YÖK gibi eğitimi belirleyen devlet kurumların bilginin ne olduğu, nasıl aktarılması ve nasıl sınanması gerektiğine dair benimsediği politikalara en iyi cevabı verecek tekniklerin geliştirildiği yerler oldu dershaneler. Bu tekniklerin uygulandığı alan olarak okula dönüşmeleri de girişimcilik ruhu açısından doğal. Öğrenci sayaç mı? Dolayısıyla burada asıl sorulması gereken soru yukarıda sözünü ettiğimiz eğitim politikalarını ilgilendiriyor. Sorunun cevabı ise basit. Bilgiyi art arda sıralanmış bir önermeler bütünü olarak düşünen, öğrenciyi bu bütünü devralmakla yükümlü pasif bir tür 'sayaç' gibi gören, bilginin sınanmasını da aynı bütüne dair soruların altındaki dört beş seçenekten birini doğru cevap olarak tercih etmek şeklinde tanımlayan ve bunu bütün hayata yayan bir eğitim anlayışı ile karşı karşıyayız. Yazmayı bilmiyorlar Durum bu olunca geçtiğimiz günlerde yapılan üniversiteye giriş sınavıyla ilgili en önemli tartışma da her zamanki gibi kaç sorunun yanlış sorulduğuna odaklandı ve gazetelerin birinci sayfasında manşet olarak yer aldı. Uzmanlara bu sorular uzun uzun danışıldı, ama ilk ve orta öğrenimin niteliği, yüksek öğrenimde aktarılan bilgiye yüklenen anlam, bilgi ile değişen dünya koşulları arasındaki ilişki gibi meseleler gündeme bile gelmedi. Oysa sınavı geçip de üniversite ortamına gelen öğrencilerin durumuna bakınca çok ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğumuz ortada. Öncelikle dil sorunu: Bırakalım birçok üniversitenin eğitim dili olarak benimsediği İngilizceyi, Türkçe de bile öğrencilerin metin okuma ve yazma konusunda önemli bir sıkıntısı olduğu, hatta üniversiteye gelene kadar bir çok öğrencinin karşısına ciddi bir metin dahi çıkmadığı açık. Üniversiteye hazırlık sürecinde tüm vaktini test çözme tekniklerini öğrenme ve uygulamaya adamış ve hayatında hiç bir edebiyat metni okumamış öğrencilerle karşılaşmak çoktan şaşırtıcı olmaktan çıktı. Öte yandan bu basit bir dil (imla ve sözdizimi) sorunu da değil, çünkü ortalama bir öğrencinin bir metnin incelenmesi, çözümlenmesi, kavranması ve eleştirilmesi konusunda ciddiye alınabilecek bir fikre sahip olduğunu öne sürmek neredeyse imkansız. Günümüzde okuma kültürünün yerini giderek görsel bir kültüre bıraktığı ve okuma alışkanlığının zaten azaldığı yönünde yapılabilecek bir tespit bu durumu belli ölçüde açıklayabilir, ama sorunu ortadan kaldırmıyor. Oysa yukarıda sözü edilen beceriler gerek akademik gerekse de profesyonel kariyer yapmak isteyen öğrenciler için sahip olunması gereken temel nitelikler. İntihale alıştırılıyorlar Araştırmaya dayalı, ek kaynaklardan yararlanılmasını öngören, analiz ve eleştiri gerektiren yazılı bir ödev veya sözlü bir sunum hazırlanması, yani öğrencinin eğitim sürecine aktif olarak katılması gerektiğinde ise durum daha da vahim hale geliyor. Ödevlerin derste alınan notların bir özetinden ileri gitmemesi, daha da kötüsü başkasına yaptırılması veya bir kaynaktan alınarak ve çoğu zaman internetten indirilerek aynen kopyalanması, yani düpedüz intihal, sıkça karşılaşılan ve birçok durumda disiplin soruşturmasına neden olan sorunlar. İşin acı yanı da ödevini bu yöntemlerle yapan öğrencilerin bir kısmının yaptığını doğal bir şey sanması ve sorulduğunda samimi olarak başka yöntem bilmediğini dile getirmesi. Dolayısıyla üniversiteye gelen öğrenci kitlesinin önemli bir bölümü, analiz ve kavrama yeteneğinin yanısıra yorum, sentez ve ifade kabiliyetinden de yoksun. Bu da orta öğretimde nerede durduğumuzun kanıtlarından biri. Mesele bundan ibaret değil elbette ve daha ürkütücü boyutları da var. Mesela öğrencilerin yazılı sınavlara verdikleri cevaplarda, bir dilekçe yazımında veya öğretim kadrolarıyla yaptıkları e-posta yazışmalarında dahi ciddi dil ve muhakeme hataları yapmaları ve bu konudaki uyarıları anlamakta veya ciddiye almakta güçlük çekmeleri. Basit ama dehşet verici bir başka örnek ise, öğrencilerin her tür iletişim için gitgide SMS dilini benimsemeye başlamış olması. Bir felsefe sınavının cevap kağıtlarını okurken Platon yerine 'Plt' ifadesine rastlamak artık şaşırtıcı değil. Eskiden sınav başlarken 'Cevap kağıdına adınızı ve soyadını yazmayı unutmayın' ya da 'İstediğiniz sorudan başlayabilirsiniz' gibi hatırlatmalar yapılırdı. Şimdi buna bir de 'SMS diliyle yazılmış cevaplar dikkate alınmayacaktır' gibi garip uyarılar eklemek zorunda kalınabiliyor. Öğrenmeyi yeniden öğretmek Hal böyle olunca sınavların okunup değerlendirilmesi süreci de bir kabusa dönüşebiliyor. Öğretim kadroları çoğu zaman cevaplardaki dilsel ve düşünsel tutarlılık sorunlarını görmezden gelip, belli bilgi parçacıklarını hatta anahtar sözcük ve kavramları ayıklamak ve verilecek notu bir bütün olarak cevabın niteliğinden çok bu parçacıkların niceliği üzerinden saptamak durumunda kalıyor. İşte bu noktada dershane kavramı tekrar devreye girip üstüne düşeni yapıyor, çünkü kitle dersi alan öğrencilerin kayda değer bir bölümünün ya bireysel olarak ya da toplu halde özel ders aldıkları; bu durumu değerlendiren bazı kişilerin dershane tarzında eğitim veren gayrı resmi mekanlar kurup buralarda üniversitelerdeki dersleri tekrarlayan dersler açtığı ve bu dersleri alan öğrencilere geçer not alma güvencesi verecek kadar ileri gittikleri biliniyor. Sonuç olarak pek çok öğrenci üniversiteye akademik eğitimin, sağdan soldan bulunmuş veya satın alınmış notların ezberlenmesiyle sınavına girilen, dışardan özel ders alarak geçilebilen ve/veya ödevleri yukarıda tarif edildiği biçimiyle yapılıp teslim edilen derslerden ibaret bir süreç olduğu kanısıyla geliyor ve bu kanıyı sonraki yıllarda kırmak çok zor oluyor. Ne yazık ki bugün artık üniversitelerin önceliklerinden biri, öğrencilere orta öğretimde bilgi diye sunulan şeyi ve onun alımlanma biçimini unutturup 'öğrenmeyi yeniden öğretmek' oldu. Yüksek öğretimin öğrencilerin ezici çoğunluğu tarafından sadece belirli bir alanda diploma almaya yönelik araçsal bir akılla tamamlanması, kendini geliştirme ve bilgi temelinde özgürleşme gibi temel değerlerin bu süreç içinde kendiliğinden iptal olması gibi etik sorunlar bu arada akla bile gelmiyor. Ezberde ısrar ediyoruz Oysa değişen dünyanın üniversite mezunundan beklentisi bir diplomadan ibaret değil. Son yıllarda yapılan araştırmalar üniversite mezunlarının büyük bir çoğunluğunun profesyonel hayata veya akademik kariyere uzmanlaştıkları alanın dışında bir alanda girmek zorunda kaldığını ve başvurular için giderek artan biçimde disiplinlerarası bir bilgi ve beceri donanımı talep edildiğini gösteriyor. Özellikle hizmet sektöründe hızla dönüşüm geçiren iş tanımları iletişim teknolojilerindeki gelişmeyle birleştiğinde yüksek öğrenimden beklenti, belli başlı bir kaç teknik alan dışında, meslek edinmekten çok profesyonel hayata farklı alanlarda dahil olabilmeyi sağlayacak bir formasyona doğru evriliyor. Dolayısıyla üniversite eğitimi de kendi içine kapalı mesleki bir yoğunlaşmadan çok bu eğilimi karşılayacak zenginlikte bir donanım vermek ve bunu yaşam boyu sürdürülebilecek bir şey haline getirmek zorunda. Bu donanım giderek küreselleşen, aynı zamanda derin bir kültürel çeşitlilik arzeden dünyanın gerektirdiği ve verili kuralları takip etmenin ötesine geçip belli becerileri yaratıcı bir biçimde kullanmayı sağlayacak kapasitelerin tutarlı bir biçimde geliştirilmesini gerektiriyor. Doğru algılama ve kavrama, soru sorma, eleştirel akıl yürütme, geçerli yargıda bulunma, kendini ifade etme ve çözüm odaklı tartışma olarak tanımlayabileceğimiz özellikleri geliştirecek ve bunu disiplinlerarası bir bilgilenme sürecinde gerçekleştirecek olan bir eğitime ihtiyaç var. Biz ise liseye ya da üniversiteye girmek, hatta kamu sektöründe iş bulabilmek için bile merkezinde test çözme teknikleri ve ezber olan bir bilgi ve eğitim anlayışında ısrar ediyoruz.
22 Haziran 2009 Pazartesi
Eğitim Şart Ama..
Gönderen Adsız zaman: 01:40
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder